MEKKE’NİN FETHİ
(Hicret’in 8. senesi Ramazan ayı, Cuma / Milâdî 630 Ocak)
Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şehir… O Kâbe ki “Çok mübarek ve âlemlere hidayet olan Beyt’tir.”[1]Mübarekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasından ileri gelmektedir. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sâbit kalmıştı. Ebu’l-Enbiya [Peygamberlerin Babası] lakabıyla anılan Hz. İbrahim, Allah’ın emir buyurmasıyla, oğlu Hz. İsmail’le birlikte, bu temel üzerine Kâbe’yi yeniden inşa etmişler ve Kâbe “tevhid” inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.
Ancak yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancından uzak yaşayan, hatta bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.
Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalp ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu.
Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.
Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü Müslümanlar henüz az ve zayıf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslam’ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.
Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenab-ı Hakk’ın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslam’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Antlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğu’na Mu’te Harbi’yle gözdağı verilmişti.
Bütün bunlar, İslam’ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenab-ı Hak ihsan etmişti.
Ancak ortada bir mani vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Antlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler on sene birbirleriyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.
Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
Zâhirî Sebep
Kalplerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.
Cenab-ı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Antlaşması’nın bir maddesi, Kureyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.[2]Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa kabilesi, Hz. Resûlullah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir kabilesi ise müşriklerin himâyesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.[3]
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. İhtimal bu düşmanlık neticesidir ki eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib’le anlaşmalı ve müttefik bulunan Huzaalılar, Hz. Resûl-i Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekirler de müşriklerin himâyesine girmişlerdi.
Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sâyesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhü’ne kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.
Benî Bekirlerin, Huzaalılara Saldırması
Bir gün, Benî Bekir kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Resûlullah’ı hiciv ve tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.[4]Kureyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Sulh Antlaşması gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, ta Mekke’nin içine kadar kovalarlar, Harem’de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede, çarpışma, Huzaalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur.[5]
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.[6]Ancak Huzaalılar, bunları tanımışlardı.
Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı.
Peygamberimizin, Durumu Haber Alması
Aradan sadece üç gün geçmişti.
Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye gelerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz etti ve yardım talebinde bulundu.[7]
Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.[8]
Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!
… Ve Allah, bu hadiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâbe-i Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zâhirî sebep kıldı.
Müşriklere Verilen Ültimatom
Resûl-i Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
“Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”
Kureyş’in, Teklifleri Reddetmesi
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe imandan mahrum kalplerini bir korku sardı. Hz. Resûlullah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. “Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat” dediler.[9]
Ebû Süfyan, Medine’de
Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Antlaşması’nın yenilenmesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. Ancak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü Resûl-i Ekrem, daha henüz Ebû Süfyan, Medine’ye gelmeden, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:
“Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nâil olmadan öfkeyle geri dönecektir.”[10]
Ebû Süfyan ve Kızı
Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkmadan önce, Ezvac-ı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Ümmü Habibe’nin evine gitti.
Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ekrem’in pâk zevcesi… Ebû Süfyan, Hz. Resûlullah’ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlayamadım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Resûlullah’ın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içindesin! Senin gibi birisinin Resûlullah’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olamaz!”[11]diye cevap verdi.
Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırıyla değiştirilemez; onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.
Ebû Süfyan, kerimesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti.
Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslamiyeti nasip etti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun!” dedikten sonra ilave etti: “Babacığım! Senin gibi, Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslamiyete uzak kalır?”
Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini bırakıp Muhammed’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrıldı.[12]
Ebû Süfyan’ın, Peygamberimize Müracaatı
Kerimesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Resûlullah’ın yanına vardı.
“Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muahedesi’ni yenile ve mütâreke müddetini de uzat!”
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu.
Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!”
Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz! Yoksa siz, bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahedenin yenilenmesini istiyoruz” diye, hiçbir şey olmamış gibi konuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sustu.[13]
Ebû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.
Hz. Resûlullah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.
Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Resûlullah’ın bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bildir” dedi.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi. “Benim himâyemde bulunanlar” dedi. “Resûlullah’ın himâyesinde bulunanlardır!”[14]
Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu; “Muahedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi.
Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilave etti: “Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullah’tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım!”[15]
Ebû Süfyan’ın, Hz. Osman ile Hz. Ali’ye Başvurması
Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!” dedi. “Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.”
Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Resûlullah’ın (a.s.m.) himâyesinde bulunanlardır”[16]diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti.
Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en yakım akrabamsın! Bu akrabalık hakkı için, Resûlullah’a gidip, bu muahede işinin yenilenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi.
Hz. Ali’nin de cevabı diğer ashab-ı kiramınkinden farklı olmadı. “Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi. “Vallahi, Resûlullah (a.s.m.) bir işe karar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Resûlullah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”[17]
Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile “Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver!” dedi.
Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyorum! Ama sen, Benî Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himâyene aldığını ilan et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.
Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. “Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin yanından ayrılıp Mescid-i Nebevî’ye vardı.[18]
Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescid-i Nebevî’de ayakta dikildi ve “Ey insanlar! Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım; haberiniz olsun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilave etti: “Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.” Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efendimizin yanına vardı. “Yâ Muhammed!” dedi. “Zannetmem ki bu himâye sözümü reddedesin!”
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil!” buyurdu.[19]
Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tuttu.[20]
Ebû Süfyan, Mekke’de
Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Kureyşliler, “Neler yaptın, anlat bakalım!” dediler.
Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mahcubiyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
Kureyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!
Fethe Hazırlık
Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslam’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi! O halde, düşmanı tamamen imha etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.
Bu sebepledir ki Mekke Seferi’nde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hatta Hz. Âişe Vâlidimize sadece, “Yol hazırlığımı yap” demekle yetiniyordu. Ayrıca bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Mekke-i Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:
“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!”[21]
Hatta Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlikle İzam vadisi tarafına gönderdi.[22]Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.
İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmalarını emir buyurdu.[23]
O zamana kadar Medine etrafında İslamiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve ahiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.[24]
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabile, Ramazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.
Medine’den Hareket
Ramazan ayının ilk günleri idi.
Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahit, Medine’de hazır bekliyordu.[25]Bunların yedi yüzü muhacirlerdendi. Beraberlerinde üç yüz at vardı. Ensarın mevcudu ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Ruhm Külsüm b. Husayn’ı vekil bıraktı.[26]
Bu haliyle İslam ordusu, hareket için Hz. Resûlullah’ın emrini bekliyordu.
Müşriklere Gönderilen Haber
İslam ordusu harekete hazır bekliyordu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mikdâd b. Esved’e şu emri verdi:
“Süratle gidiniz! Hâh Bahçesi’ne vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiriniz!”[27]
Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabe, son sürat yol alıp Hâh Bahçesi’ne vararak orada kadını buldular.
Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular.
Kadın, “Benim yanımda mektup filan yok!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.
Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a yemin ederim ki” dedi. “Resûlullah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü başını arar, elbiseni çıkartırız!”
Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi.
Mücahitler, “Evet, Müslümanız; ama Resûlullah (a.s.m.), bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi” diye konuştular.
Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahitlere, “Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz” dedi.
Sahabeler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı.[28]
Vazifeli sahabeler, mektubu alıp Hz. Resûlullah’a getirdiler.
Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir ashabı”ndan olan Hâtıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı![29]
Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı.
Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu.
Resûl-i Ekrem, “Bu mektubu tanıdın mı?” diye sordu.
“Evet, tanıdım!” dedi.
“Bunu sen mi yazdın?”
Hz. Hatıb inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!”
Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu.
Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Resûlallah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah’a ve Resûlüne olan imanımda sâbitim!”[30]
Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına dönerek, “O, size doğru söyledi! Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz” dedi.[31]
Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Resûlallah, şu münafığın boynunu vurayım!” dedi.
Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve “O, Bedir Muharebesi’nde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınız’ buyurmuştur” diye konuştu.
Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu ve “Allah ve Resûlü her şeyi daha iyi bilir!” dedi.[32]
Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü’minleri ikaz etti:
“Ey iman edenler! Benim de, sizin de düşmanınız (olanları) dostlar edinmeyin! (Kendileriyle aranızdaki) sevgi yüzünden onlara (Peygamberin maksadını) ulaştırırsınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk’tan size gelene küfretmişlerdir. Peygamberi de, sizi de Allah’a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıkarıyorlardı onlar… Eğer siz, benim yolumda savaşmak, benim rızamı aramak için çıkmışsanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleyeceksiniz? Hâlbuki ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun ta ortasından sapmış olur!”[33]
İslam Ordusu Fetih Yolunda
Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslam ordusuna hareket emri verdi.
Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahitler oruçlu idiler.[34]
Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harpte güç, kuvvet lâzımdı. Oruç, mücahitleri bir noktada takatsiz hale getiriyordu. Ancak kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Resûlullah’ın ne yapacağını bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?
İslam ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi namazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.[35]
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katâde de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslam ordusuna iltihak etti.
Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İslam ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini emretti; sonra, “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.
Yolda Müslüman Olanlar
Hz. Resûlullah kumandasındaki İslam ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullah’ın huzurunda İslam’la şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.[36]
Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek onlardan yüz çevirdi; zira, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet samimiyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Haris, Peygamberimizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin akrabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.[37]
Ancak bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu halde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu.
Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu sözlere dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İslamiyetle şereflendiler.[38]
Ordunun Savaş Düzenine Girişi
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas… Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslam ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’boğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.[39]
İslam Ordusu, Merruzzahran’da
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Merruzzahran’da konakladı.[40]
Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffakiyetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.
On Bin Ateş
Merruzzahran vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzerlerine gelişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yakmalarını emir buyurdu.[41]
Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet… Aralarından göç etmeye mecbur bıraktıkları Kâinatın mânevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak değildi, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesine inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek istedikleri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bırakan azamet peydâ etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
İşte, Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muazzam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladılar.
Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi
İslam ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabelere emretti ve “Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”[42]buyurdu.
Sahabeler merakla, “Yâ Resûlallah! Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ecyad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını otlatırdım”[43]diye cevap verdi.[44]
Ebû Süfyan, Peygamberimizin Huzurunda
Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üzere vazifelendirdiler.[45]
Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke’den çıktılar; İslam ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücahitler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücahitler tarafından epeyce hırpalanacaktı.
Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu halde huzur-u saadete girdi ve “Yâ Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi.
Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Resûlallah! Ben, ona eman vermiş bulunuyorum!”
Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.
Hz. Abbas, “Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’boğullarından (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” deyince, Hz. Ömer bütün celâdetiyle, “Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim! Zira, biliyorum ki Resûlullah (a.s.m.) da, babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi”[46]diye konuştu.
Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ebû Süfyan’ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir” sözleriyle sona erdirdi.[47]
Ebû Süfyan’ın İslam’la Şereflenmesi
Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Ebû Süfyan! Henüz ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” diye sordu.
Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim?”
Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin; dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu.
Ebû Süfyan, “Ey Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber Efendimize hitaben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.[48]
Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammedün Resûlullah’ diyeceğin zaman daha gelmedi mi?” diye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam manasıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!” dedi. “Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz ilişik var.”
Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:
“Ey Ebû Süfyan!” dedi. “Yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!”
Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.[49]
İmanının Âcil Mükâfatı
Hz. Abbas, Hz. Resûlullah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ebû Süfyan, üstün tanınmayı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu ve ilave etti: “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girerse, emindir!”
Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?” diyerek, Peygamber Efendimizden bu lûtfunu genişletmesini istedi.
Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim Kâbe’ye girer, sığınır ise, o emindir!” buyurdu.
Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kâbe’nin ne genişliği var ki?” dedi.
O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, emindir!” buyurdu.
Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mescid-i Haram’ın ne genişliği var ki?” diyerek bunu da ifade etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!”[50]
Ebû Süfyan’ın artık bu hususta talep edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte, bu geniştir!” diyerek memnuniyetini izhar etti.[51]
Ebû Süfyan’ın, İslam Ordusunu Seyredişi
Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar iman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslam ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslam ordusunu görmeli idi; ta ki bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!
Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Abbas! Ebû Süfyan’ı, vadinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti.[52]
Hz. Abbas, bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.
Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslam ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nurani dalgalar halinde akan mücahitler karşısında kamaşıyordu.
Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve inayeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalp ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.
Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süfyan, olanca dikkatiyle Hz. Resûlullah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muhammed (a.s.m.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.
Nihayet, Resûl-i Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Etrafını ensar ve muhacirler almıştı. Sancağı, ensardan Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüylerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.
Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “Sübhanallah! Kimdir bunlar ey Abbas?” diye sordu.
Hz. Abbas, “Resûlullah! Etrafındakiler ise, ensar ve muhacirler!” diye cevap verdi.[53]
Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat!” dedi.
Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tashih etti.
Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!”[54]diyerek kanaatini düzeltti.
Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurani, bir tek kalp halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: “Ey Abbas! Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!”
Bundan sonradır ki Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.[55]
Ebû Süfyan, Mekke’de
Ebû Süfyan, süratle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; “Ey Kureyşliler! İşte, Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selamete eriniz!” dedi;[56]sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa, o emindir! Kim, Mescid-i Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.[57]
Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan’a hakaret etti; hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil gibileri, halkı Resûl-i Ekrem’e karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan’ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescid-i Haram’a sığındı.[58]
Mekke’ye Giriş Hazırlığı
İslam ordusu, Mekke’ye girmeden evvel, son defa Zîtuva vadisinde toplandı. Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın sevinçleri etrafa dalga dalga yayılıyordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur vardı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Kendisine bu mübarek ve muazzam günü gösteren Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu.
Tevâzu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki neredeyse mübarek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.[59]Bu haliyle, önünde eğilecek tek Zâtın sadece kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğunu bütün insanlığa ilan ediyordu; aynı zamanda, ashabına da, muvaffakiyeti verenin sadece Yüce Allah olduğunu, insanların ise muvaffakiyetin sebeplerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu!
Peygamberimizin Mekke’ye Girişi
Peygamberimiz, Mekke’ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol… Kumandan, “Seyfullah” unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid’di. Mekke’ye aşağı taraftan girecekti.
Sol kol… Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.
Üçüncü kol Sa’d b. Ubâde kumandasındaydı ve ensar birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumanda ediyordu. O da, Mekke’nin üst tarafından ilerleyecekti.[60]
Peygamber Efendimiz, kumandalara şu emri verdi:
“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!”[61]
Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar, görüldükleri yerde, Kâbe’nin örtüsü altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi. Onlar da şunlardı:
İkrime b. Ebî Cehl, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, Habbâr b. Esved b. Muttâlib, Hüveyris b. Nukayz, Mıkyes b. Subâbe el-Leysî, Abdullah Hilâl b. Hatal, Hind binti Utbe b. Rebîa, Şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.[62]
Bunlar, irtikap ettikleri suçlar, irtidat, İslam’a ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl, Resûlullah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.
Kabe
Kollar Mekke’ye Girerken…
Takvim yaprağı, Hicret’in 8. yılı Ramazan ayının 1on üçü, Cuma gününü gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ’nın üzerindeydi. Mübarek başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omuzunun arasına Salıvermişti. Bu haşmet ve vakar içinde mübarek beldeye giriyordu. Bir taraftan, Allah’ına, kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı hamdediyor, minnet ve şükrünü arz ediyor, diğer taraftan da fethi iki sene evvelinden haber verip müjdeleyen Fetih Suresi’ni okuyordu. Bu, kendileri için, ashabı için en mesut, en sevinçli anlardan biriydi.
Dillerde acı söz yok, kalpleri fetheden tatlı sözler vardı. Simalardan tebessümler damlıyordu.
Mücahitlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin verdiği kendini kaybediş yoktu. Nefislerine, kalp, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.
Sa’d b. Ubâde’nin Azledilmesi
Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayriihtiyarî kendisini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa’d b. Ubâde, ağzından, “Bugün büyük savaş günüdür. Kâbe’de vuruşmanın helâl olacağı gündür!”[63]diye bir söz kaçırdı.
Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekrem’e bildirildi. Bu söz, Mekke’ye harpsiz, kan akıtmaksızın girmek isteyişin mana ve ruhuna zıttı. Hemen sancağın Sa’d Hazretlerinden alınıp oğlu Kays’a verilmesini emir buyurdular.[64]
Hâlid b. Velid Koluna Taarruz
İslam ordusu, Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kaldırmadan edep ve hürmet içinde Mekke’ye dalga dalga giriyordu.
Ancak bu arada, Hâlid b. Velid Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir taarruz oldu. Taarruz, İkrime b. Ebî Cehil, Safvan b. Ümeyye gibilerle, topladıkları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.[65]
Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. Ancak müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücahitleri ok yağmuruna tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur bırakıldılar. Çarpışmada iki mücahit şehit düştü, müşriklerden ise on üç kişi öldürüldü. Durum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid, huzuruna çağırıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücahitlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâlid’den öğrenince “Allah’ın hükm ve takdir ettiğinde hayır vardır”[66]buyurdular.
Bundan başka on bin kişilik muazzam İslam ordusu Mekke’ye girerken hiçbir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silahlarını kullanmadılar.
Bu arada, kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler öldürüleceklerden birkaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidat eden kimselerdi. Abdullah b. Hatal ve Mıkyes b. Subâbe, bunlardan ikisiydi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürülen diğerleri ise Hâris b. Tuleytıla, Hüveyris b. Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Peygamberimiz henüz Mekke’deyken kendilerine en ağır eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise, her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.
Emanın İlânı
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye girer girmez halka eman verdiğini ilan etti:
“Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim elinden silahını bırakırsa, ona eman verilmiştir. Kim evine girer, kapısını kapatırsa, ona da eman verilmiştir.”
Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süfyan’ın evine sığındı.
Peygamberimiz, Kâbe-i Muazzama’da
On bini aşkın İslam ordusu, Mekke’ye girmişti. Fakat Mekke sâkin ve âsûde bir gün yaşıyordu. Herkes bir emniyet içinde idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde, terkisinde Üsame b. Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında muhacir ve ensar topluluğu olduğu halde Kâbe-i Muazzama’ya doğru ilerliyordu. Davasını ilana başladığı ilk günden bu güne kadar ve muzafferiyet sonunda hiçbir değişiklik yoktu. Tek başına İslam ve imanı tebliğ ederken de mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de… Birkaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl âlicenab, şefkatli, mütevazı ve afüvkâr idiyse, şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti.
İşte Efendimiz bu tevâzu, mahviyet, Allah’a minnet ve şükran hisleriyle dolu bir manzara içinde Harem-i Şerif’e girdi. Müslümanlar da akın akın muazzam mâbede doğru akıyorlardı. Resûl-i Kibriya tekbir getirince, Müslümanlar da hep bir ağızdan “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek Mekke ufuklarını bu kutsî sadâ ile çınlattılar. Bu ulvî sadâya, bu mübarek beldenin dağı, taşı “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek karşılık veriyordu.
Kâbe’yi Tavaf
Resûl-i Kibriya, binlerce sahabe arasında devesi Kasvâ’nın üzerinde Kâbe’yi tavafa başladı. Peşini ashab-ı kiram takip etti. Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü’l-Esved’e işaret ederek onu istîlâm ediyordu.[67]Tavafın yedinci devresinden sonra Kasvâ’dan indi. Makam-ı İbrahim’e varıp orada iki rekât namaz kıldı. Sonra da zemzem kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safâ tepesine çıkışları takip etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah’a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.
Bu sırada Medineli Müslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, “Cenab-ı Hak, Resûlüne yurdunun fethini nasip etti. Artık burada oturur kalırlar mı dersiniz?” diyerek izhar ettiler.
Duasını bitiren Fahr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.
Onlar, “Bir şey yok yâ Resûlallah!” dediler.
Sorusunu birkaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiyle ensarın konuştukları haber verildi.
Bunun üzerine, “Ben, sizin söylediğiniz şeyden Allah’a sığınırım! Bilin ki benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir!”[68]diye buyurdular.
Bu hitap karşısında ensar gözyaşları arasında Fahr-i Kâinat’ın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar.
“Vallahi” dediler. “Biz bunları, Allah ve Resûlüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil!”[69]
Ebu Süfyan ve Fadale’nin İçlerinden Geçirdikleri
Peygamber Efendimizin ve Müslümanların Kâbe’yi tavaf ettikleri bir sıradaydı.
Ebû Süfyan da Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve birtakım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her geçtikçe o, “Acaba bir daha asker toplasam, şu adamla (!) bir daha çarpışsam ne olur?” diye içinden geçiriyordu.
Tam bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve “O zaman da yine Allah seni hakir eder!” buyurdu.
Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunarak, “Vallahi, sen Resûlullah’sın!” dedi.[70]
Fudâle b. Umeyr ise, Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle gözlüyordu. Bir ara bu niyetle fazlasıyla yaklaşan Fadale’ye, Resûl-i Ekrem aniden dönüp, “Sen Fadale misin?” diye sordu.
Fadale, şaşkınlık içinde, “Evet, yâ Resûlallah!” dedi.
Peygamberimiz, “İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?” dedi.
Fadale, “Hiçbir şey düşünmüyor, sadece Allah’ı anmakla meşgul bulunuyordum!” diye cevap verince Resûl-i Ekrem, “Allah’tan af ve mağrifet dile ey Fadale!” dedi, sonra da elini Fadale’nin göğsüne koyarak onun için dua etti.
Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kalbiyle birlikte imanı da karar kıldı. Resûl-i Kibriya’nın bir tek nurani tebessümü düşmanlıkları dostlukları döndürüyor, katı kalpleri balmumu gibi yumuşatıyordu.
Fadale, o ânı, “Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili hiçbir şey yoktu!”[71]diyerek tasvir eder.
Putların Yıkılışı!
Kureyş müşrikleri, Kâbe’nin çevresine 360 put dikmişlerdi. Bu putlar, kurşunla yerlerine perçilenmiş bulunuyordu.[72]
Tebliğ ettiği “tevhid” inancıyla akıl, ruh ve kalplerdeki putları yıkıp, binlerce insanı getirdiği nurun etrafında pervane gibi döndüren Resûl-i Kibriya Efendimiz, şimdi de tevhid inancına uygun bina edilmiş olan Kâbe’yi asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.
Elindeki asâyla putlara birer birer işaret ederek,
“Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Gerçekten bâtıl, daima yokluğa mahkûmdur”[73]ayetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüzüstüne düşerdi. Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiçbir put kalmadı.[74]
Kâbe’de Ezan!
Öğle namazı vakti girmişti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe’nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı.
İmanlı gönüllerde sevinç ve canlılık, imansız gönüllerde ise üzüntü ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gelmedik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe’nin üzerinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına tevhidi ilan ediyordu. Onunla beraber adeta dağ taş da “tevhid-i İlâhi”yi kendilerine mahsus dillerle haykırıyorlardı.
Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû Süfyan, Attâb b. Esîd ve Haris İbni Hişam, aralarında konuştular.
Attab, “Pederim Esid bahtiyar idi ki bu günü görmedi!” dedi.
Haris, “Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki müezzin yapsın?” diye konuşarak Hz. Bilâl-i Habeşî’den tahkirle söz etti.
Ebû Süfyan ise, ağzından tek kelime kaçırmadı ve:
“Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim! Kimse olmasa bile, şu ayağımızın altındaki kumlar ve taşlar ona haber verir; o da bilir!”[75]diye konuştu.
Gerçekten de, az sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz onlarla karşılaştı ve konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Haris, şehâdet getirip Müslüman oldular.[76]
Ebû Süfyan ise, “Yâ Resûlallah! İyi ki ben bir şey söylemedim!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdu.
Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin bir tesir bırakıyordu. Gönüllerini İslam’a ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve ashab-ı kirama besledikleri kin ve adavetlerinin erimesine sebep oluyordu.
Peygamberimizin Kâbe’ye Girmesi
Resûl-i Ekrem, Osman b. Talha’ya haber göndererek Kâbe’nin anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısrarına rağmen Osman b. Talha anahtarı alıp getirdi.
Kâinatın Efendisi, yanında Hz. Bilâl, Üsame b. Zeyd ve Osman b. Talha (r.a.) olduğu halde Kâbe’ye girdi.[77]İçerideki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı; ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini istedi.
Bir müddet Kâbe’nin içinde kaldıktan sonra dışarı çıktı. O sırada hemen hemen bütün Mekke halkı Mescid-i Haram’ın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
Acaba, Resûl-i Kibriya, onların kendisine revâ gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların, sahabelerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?
Hayır, kâinatın vücut bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların hiçbirini yapmadı.
Fetih Hutbesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzama’nın kapısında durdu. Mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah’a hamd ve senâdan sonra şu hutbeyi irad etti:
“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır; O’nun şeriki yoktur.
“O, vaadini yerine getirdi; kuluna yardım etti, (aleyhinde) toplanan düşmanları tek başına perişan etti.
“Bilmelisiniz ki Câhiliyye devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılıp gelinen her şey, kan, mal davaları… Bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.
“Bütün insanlar Âdem’den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır.
“Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasanız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır (şeref, soy, sop ve nesebce en üst olanınız değildir). Şüphe yok ki Allah Alîm’dir [her şeyi bilendir], Habîr’dir [her şeyden haberdardır]!” (Hucurat, 13)[78]
Umumî Af
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu hitabesinden sonra, halka, “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” diye sordu.
Kureyş topluluğu, “Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz şöyle konuştu:
“Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır.[79]
“Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!’ (Yusuf, 92).
“Gidiniz, sizler serbestsiniz!”[80]
Affedişlerin en makbulü muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise kötülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte, Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu! Çünkü o, Cenab-ı Hak’tan dersini şöyle almıştı:
“Affı (öne) al, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir!”[81]
O anda Kureyşliler boynu bükük, elleri yanlarına düşmüş bir vaziyette Hz. Resûlullah’ın huzurunda bekliyorlardı. İsteseydi, tek ferdi kalmamak üzere hepsini, geçmişte yaptıkları zulüm, kötülük ve eziyetlerden dolayı kılıçtan geçirebilirdi yahut hepsine köle muamelesinde bulunabilirdi; bunun yanında, mallarına mülklerine el koyup, onları yurtlarından da sürgün edebilirdi!
Ama, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, yukarıda sözü edilen davranışların hiçbirine teşebbüs etmedi. Zira, onun tek gayesi, gönüllerde İlâhî meş’alenin yakılmasıydı. Bu müstesna davranışıyla da bu ulvî gayesine en büyük hizmeti ifa etti. Onun böylesine merhametli davranışı, affediciliği, âlicenablığı karşısında bütün Kureyş kin ve düşmanlık duygularını terk ederek, İslam’ın tertemiz saadet deryasına kavuştu.
Tarih, böylesine muazzam ruhî ve fikrî inkılâba ilk defa şahit oluyordu.
Fetihten Sonra Hicretin Kaldırıldığı
Mekke’nin fethedildiği gün idi.
Abdurrahman b. Safvan, babasını alıp Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
“Yâ Resûlallah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret kalkmıştır” buyurdu.
Ne var ki Abdurrahman, babasının muhacir vasfının mânevî mükâfatından nasiptar olmasını istiyordu. Bunun için gidip, Peygamberimizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas’a başvurdu. Bu hususta şefaatçi olmasını diledi.
Abdurrahman’ın ricasını kabul eden Hz. Abbas, “Yâ Resûlallah! Sen benimle filan arasındaki dostluğu biliyorsun. Babasını hicret bîatı yapmak üzere size getirmiş, kabul buyurmamışsınız” dedi.
Arabistan müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık fethedilmişti. İslamiyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, “Hicret müessesesi”ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet duyduğu amcasının bu arzusuna da müspet cevap vermedi ve “Hicret için bîat yapmak artık yoktur!” buyurdu.[82]
Resûl-i Ekrem Efendimizin kaldırdığı hicret, İslam’ın serbestçe yaşanabildiği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslam’ın bir başka beldesine hicretti. Daha hususî manasıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerreme ve çevresinden, Medine-i Münevvere’ye olan hicretti.[83]
Peygamberimizin İkinci Hutbesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kâbe kapısı merdivenine çıkıp, arkası Kâbe’ye dayalı bir halde Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:
“Ey insanlar!
“Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke’yi haram ve dokunulmaz kılmıştır; kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl olmaz! Mekke’de kan dökmek benden önce hiçbir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacaktır!
“Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunmayanlara duyursun!
“…
“Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürülmesini ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.
“Muhakkak ki insanların Cenab-ı Hakk’a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını, Allah’ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Câhiliyye intikamını almak için adam öldürendir.
“İslam’da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine âittir.
“İddiasını ispatlamak için delil getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!
“İslamiyette, ne Câhiliyyet anlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret! Fakat cihat ve cihada niyet vardır.
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; bütün Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle harekete ederler!
“…
“Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler.
“İyi bilmelisiniz ki ne bir kâfir için bir mü’min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
“İslam’da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.
“Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirilebilir.
“Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, vermesi helâl ve câiz değildir.
“Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.
“İyi biliniz ki vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirlerine vâris olamazlar.
“Parmakların her birisinde diyet, onar onar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her birisinde diyet, beşer beşer devedir.
“Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kılınmaz. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.
“Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.
“Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!”[84]
Sikâye ve Hicâbe Vazifelerinin Aynı Ellerde Bırakılması
Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesi’nde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında kalan, Câhiliyye devresine âit bütün iş, muamele ve davaların ortadan kaldırıldığını beyan buyurmuştu.
Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’ın uhdesinde idi.
Kâbe’ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman b. Talha’da bulunuyordu.
Hz. Abbas, Peygamberimize müracaat ederek, bu iki vazifenin de kendilerine verilmesini istedi. Ancak Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye vazifesinin kendilerinde kalmasını uygun gördü.
Resûl-i Kibriya, Kâbe’nin anahtarını elinde tutuyordu. Birçok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fakat Efendimiz, Osman b. Talha’yı huzuruna çağırdı ve “Şüphe yok ki Allah size emanetleri ehil (ve erbab)ına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenizi emreder” meâlindeki ayet-i kerimeyi okuduktan sonra, “Ey Osman! İşte anahtarın, al! Bugün, iyilik ve ahde vefa günüdür!”[85]dedi ve Kâbe’nin anahtarını yine ona teslim etti.[86]
Osman b. Talha anahtarı alıp giderken, Resûl-i Ekrem, “Sana zamanında söylemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?” diye sordu.
Hz. Osman b. Talha, aralarında geçen hadiseyi hatırlayarak Resûlullah’ı tasdik etti.
“Evet, şehâdet ederim ki sen, şüphesiz Allah’ın Resûlüsün!”[87]
Peygamber Efendimizin, Osman b. Talha’ya hatırlatmak istediği hadise şuydu:
Hicret’ten önceydi. Osman b. Talha henüz Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün Kâbe’ye girmek istemiş, fakat Osman b. Talha buna mani olmuştu. Mani olmakla da kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davranmıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve istikbâl semâlarında İslam’ın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sükûnet ve mülâyim bir eda ile “Ey Osman! Ümit ederim ki bir gün gelecek sen, beni, bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte serbest olacağım bir mevkide bulursun!” demişti. Osman b. Talha, “O zaman Kureyş kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir!” cevabını verince de, Peygamberimiz, “Hayır, ey Osman! Asıl o gün Kureyş hakikî kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!”[88]buyurmuştu.
Mekkelilerin Peygamberimize Bîatı
Resûl-i Kibriya Efendimiz, umumî af ilan ettikten sonra, Safâ tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberliğini açıktan ilan edip muhalefetle karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslamiyet üzere bîat alıyordu.
Erkeklerin Allah’a iman, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslamiyet ve cihat üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takip etti.
Kadınların Bîatı
Kadınlar, “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız çocuklarını öldürmemek, zina etmemek ve iffetini korumak, herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne isyan etmemek”[89]üzere Peygamber Efendimize bîatta bulundular.
Kadınlar taifesinin başında, Hz. Ali’nin hemşiresi Hz. Ümmühanî, Âs b. Ümeyye’nin kızı Ümmü Habibe, Attab İbni Esid’in halaları Erva, Ebû Âs kızı Âtika, Hâris b. Hişam’ın kızı ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’nin karısı Ümmü Hakim, Hâlid b. Velid’in kız kardeşi Fâtıma gibi Kureyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekrem’in haklarında “Nerede görülürse görülsünler öldürülsünler” diye buyurduklarından biri olan, Ebû Süfyan’ın karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiştirerek kadınlar arasına katılmıştı. Geçmişte, Peygamberimize ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketlerden pişmanlık duyar hali vardı. Yaptığı her şeye rağmen, Kâinatın Efendisi, İslamiyetle şereflendiğini duyduğu Hind’i affetti ve onun da bîatını kabul etti.
Ebû Kuhâfe’nin Müslüman Olması!
Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini paylaşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun mahiyetinde var olan bir duygudur.
Hz. Ebû Bekir, iman edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mes’ud oğul, babasının da bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle paylaşmasını istiyordu. Bu maksatla elinden tutarak onu Efendimizin huzuruna getirdi.
“Beni Rabbim terbiye etti. O ne güzel bir terbiyedir!” buyurarak Cenab-ı Hakk’ın müstesna terbiyesi altında ahlâken kemâle erdiğini ifade eden Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in ihtiyar babasını alıp yanına getirmesinden müteessir oldu ve “İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyaret etseydik, olmaz mıydı?” buyurarak nezaket ve tevâzuunu izhar etti.
İlâhî terbiyeyle yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, “Yâ Resûlallah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafıktır!” dedi.
Bu kısa konuşmadan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini âmâ Ebû Kuhâfe’nin göğsüne koyup sığadıktan sonra, “Müslüman ol, ey Ebû Kuhâfe!” dedi.
Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe, derhal Müslüman olup oğlunun saadetine saadet kattı.[90]
Kanı Heder Edilenlerin Müslüman Olmaları
İslam’ın amansız düşmanlarından, Ebû Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind’in affedilmesi, nerede görülürlerse görülsünler öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslamiyetle şereflendiler, Hz. Resûlullah’ın geniş affına uğradılar. İkrime b. Ebî Cehil, Abdullah b. Ebî Sarh (irtidat etmişti), Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hz. Hamza’nın katili Vahşî, Şâir Abdullah b. Zebarî, Hâris b. Hişam, Enes b. Züneym, bunlar arasında yer alıyorlardı.
Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları affeden, onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?
Bedevînin Titremesi
Mekke artık fethedilmişti.
Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram havasının neşesi hâkimdi.
Bu sırada bir bedevînin Peygamberimizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevî tir tir titriyordu.
Durumu fark eden Resûl-i Kibriya, “Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben bir hükümdar değilim; ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum”[91]buyurdu.
Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevâzu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmak ile kul bir peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında da “kul bir peygamber” olmayı tercih etmişti.[92]
Gönül deryasında her zaman hâkim olan, tevâzu idi.
Resûl-i Kibriya’nın bu mübarek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.
Bir Adalet Örneği
Mekke fethedilmişti; Resûl-i Ekrem ise, henüz bu mübarek beldeden ayrılmamıştı.
Her nasılsa, Mahzumoğulları kabilesinden Fâtıma bint-i Esved adındaki kadın, bir hırsızlık yapmıştı. Kadın, itibarlı, soylu biriydi ve Kureyş yanında da hatırı sayılıyordu.
Haliyle, Peygamberimiz durumdan haberdar oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soruyorlardı: “Yüksek mevkiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?”
Aile halkı, Fâtıma’nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyorlardı; birinin, Hz. Resûlullah katında şefaatçi olmasını istiyorlardı. Ne var ki kimse buna cesaret edemiyordu.
Sonunda, Üsame b. Zeyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsame, Peygamberimiz tarafından fazlasıyla sevilen bir sahabe idi. Bu sevgiye güvenmiş olacak ki bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.
Hz. Üsame, kadının affedilmesini dileyince, Resûl-i Ekrem Efendimizin rengi birden değişti.
“Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?” diye buyurdu.
Hz. Üsame, üzgün bir eda içinde, “Yâ Resûlallah! Bu uygun olmayan hareketimden dolayı Allah’tan affım için dua et!” dedi.
Hz. Üsame’ye dersini veren Resûl-i Ekrem, akşam olunca da, ayağa kalktı ve Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:
“Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir:
“Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu serbest bırakırlardı; zayıf, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Fâtıma bint-i Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim!”
Bundan sonra, kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli kesildi.
Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Âişe’nin yanına gelir giderdi.[93]
Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini sergiliyordu.
Mekke Çevresinin Putlardan Temizlenişi
Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke’nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.
Bu maksatla Hz. Hâlid b. Velid’in otuz kişilik bir birlikte Nahle mevkiinde bulunan Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Kureyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ’yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.[94]
Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menat putunu yıkmak için de Sa’d b. Zeyd el-Eşhel’i gönderdi. Menat, Evs ve Hazreç kabilelerinin putu idi. Emri alan Sa’d b. Zeyd, beraberindeki Müslümanlarla giderek Menat’ı yıkıp geri döndü.
Yine müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva idi. Bu put, Mekke’ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûl-i Ekrem, Amr b. Âs Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mekke’ye geri döndü.[95]
Mekke’nin fethiyle böylece, hem Mekke’nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Kureyş’in gönlü şirkten kurtarılıp tevhid nuruyla tertemiz hale geldi.
YAZILI METİN: RASULULAH. ORG
VİDEOLU ANLATIM : KANAL7 ÖMER DÖNGELOĞLU
_____________________________________________________________________
[1] Âl-i İmrân, 96.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 332; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 325.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 332; Vakidî, Megazi, c. 2, s. 612.
[4] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[5] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 4.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 32; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 164.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 36-37; Taberî, Tarih, c. 3, s. 111.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 165.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 791.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 37; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 6.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38.
[12] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 532; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[16] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 7.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 38; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 166.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 112.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 113.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39-40.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 13; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 207.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 39.
[24] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 799.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[27] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1941; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 409.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 40; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 41; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 80; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1941; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[31] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[32] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 105.
[33] Mümtehine, 1.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 139; Buharî, Sahih, c. 5, s. 90.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[37] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 49-50.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 43; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[39] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 819.
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42.
[41] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[43] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1621.
[44] Peygamber Efendimizin koyun gütmesiyle ilgili biraz daha geniş malumat için, lûtfen eserimizin birinci cildine bakınız!
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 42; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 114.
[46] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45; Taberî a.g.e., c. 3, s. 116.
[47] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116
[48] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 45-46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 18-19.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 46; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 116; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 19.
[51] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 552.
[52] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 46.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47.
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 47; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[55] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[56] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 117.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 170.
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 47; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 182.
[59] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 265.
[60] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 49.
[61] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 51.
[62] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[63] Buharî, Sahih, c. 3, s. 61.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 135.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 50.
[66] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 136.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 54.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[69] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[70] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 576.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 180.
[72] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[73] İsrâ, 81.
[74] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1408.
[75] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 184.
[76] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 56.
[77] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 62.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 59; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 410; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 389; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 185.
[79] Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha çok sevmesinden dolayı kardeşleri, Hz. Yûsuf’u çekemezler ve hayatına son vermek için Kenan kuyusuna atarlar. Oradan geçen bir
kafile ise, onu alıp Mısır’a götürür. Başından birçok hadise geçtikten sonra Hz. Yusuf, sonunda Mısır’a Azîz olur.
Kader-i İlâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf’la kardeşlerini bir araya getirir. Yusuf’u tanıyan kardeşleri, yaptıklarından pişmanlık duyarlar.Bunun üzerine Hz. Yûsuf, “Bugün ve bundan sonra benim tarafımda size başa kakma ve serzenişte bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helâl ettim!” diyerek, kardeşlerini affeder.
İşte, Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerine, “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf’la (a.s.) kardeşlerinin dediğinin aynısı olacaktır” derken bu hadiseyi hatırlatmak istemişti.
[80] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 142; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 120.
[81] A’raf, 199.
[82] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 430-431; İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 683-684.
[83] bkz. Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 30.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 58; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 137; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 32, c. 2, s. 207-211; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 63-66.
[85] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 55; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[86] Bazı tefsirlerde Hz. Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethi günü Müslüman olduğundan bahsedilir. Fakat bu, tarihçiler tarafından muteber sayılmamıştır. Kuvvetli rivâyet, daha önce anlattığımız gibi, Hz. Osman b. Talha’nın Hicret’in 7. yılı Muharrem ayında Medine’ye gelerek Peygamber Efendimizin huzurunda Müslüman olduğuna dair olan rivâyettir.
[87] İbn Kayyim, a.g.e., c. 2, s. 184.
[88] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 178.
[89] Nesefî, Tefsir, c. 4, s. 250.
[90] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 451.
[91] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 556; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 43; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 266.
[92] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 262.
[93] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 65; Müslim, a.g.e., c. 5, s. 114.
[94] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 145.
[95] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 146.