HAYAT KILAVUZUM.NET BİLGİYİ HAYATA ENTEGRE EDİYORUZ..."İnternet alışveriş siteleri ,Şehir rehberleri , Belediye Otobüs,Metro,Tren saatleri ,Hastaneler, Okullar, Camiler ,Üniversiteler, Kyk Öğrenci yurtları , Otogarlar, Havalimanları, Ptt şubeleri , Noterler ve çok daha fazlası artık Hayat Kılavuzumda.... Türkiye'nin bilgi ve yaşam portalı
  1. Haberler
  2. Peygamberimizin hayatı
  3. Peygamberimizin aile hayatı

Peygamberimizin aile hayatı

featured
Peygamberimizin aile hayatı

PEYGAMBERİMİZİN AİLE HAYATI

Peygamber efendimiz Hz.Muhammed  (S.A.V)

Yeryüzünde gelmiş geçmiş ve gelecek bütün hanelerin, en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar ve en feyizlisi, onun hanesidir. O, kendi tercihiyle bu tarz bir hayatı kabullendi ve sevdi. Lüks ve bolluk içinde bir hayattan uzak durdu, hanımlarına ve ashabına da bunu tavsiye etti. Allah Rasûlü, bütün kadınlara karşı kibar ve ince davranıyor ve böyle davranılmasını da herkese tavsiye ediyordu. Başkasına söylediklerini de, pratik olarak, bizzat kendi hanımlarında gösteriyordu. Hz. Peygamber birçok hadisinde ailenin önemine işaret etmiş ve onun bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. Bir baba olarak çocukları dünyaya gelince sevinmiş; vefatlarında ise üzülmüştür. Bazen kıldığı nafile namazlarda dahi Ümame’yi sırtında taşıdığı olurdu. Secde yapacağı zaman onu yere kor, secdeden kalkarken de yine omuzuna alırdı. Bir dost ve bir baba olarak yaratılışın en ince duygularıyla bezenmiş olan Hz. Peygamber, bir aile reisinin aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile açıkladığı gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de ortaya koymuştur. Allah Resulü, hanımları ile oturur, sohbet eder, hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. Allah Rasûlü’nün mübarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Allâh’ın Rasülü, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allâh’ın son Peygamberi ve Rasulü Hz. Muhammed (as)’da her sınıf ve seviyede insan için yaşanan bir örnek vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş ve gelecek bütün hanelerin, en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar ve en feyizlisi, onun hanesidir. O, kendi tercihiyle bu tarz bir hayatı kabullendi ve sevdi. Lüks ve bolluk içinde bir hayattan uzak durdu, hanımlarına ve ashabına da bunu tavsiye etti. Allah Rasûlü, bütün kadınlara karşı kibar ve ince davranıyor ve böyle davranılmasını da herkese tavsiye ediyordu. Başkasına söylediklerini de, pratik olarak, bizzat kendi hanımlarında gösteriyordu. Hz. Peygamber birçok hadisinde ailenin önemine işaret etmiş ve onun bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. Bir baba olarak çocukları dünyaya gelince sevinmiş; vefatlarında ise üzülmüştür. Bazen kıldığı nafile namazlarda dahi Ümame’yi sırtında taşıdığı olurdu. Secde yapacağı zaman onu yere kor, secdeden kalkarken de yine omuzuna alırdı. Bir dost ve bir baba olarak yaratılışın en ince duygularıyla bezenmiş olan Hz. Peygamber, bir aile reisinin aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile açıkladığı gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de ortaya koymuştur. Allah Resulü, hanımları ile oturur, sohbet eder, hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. Allah Rasûlü’nün mübarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Allâh’ın Rasülü, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allâh’ın son Peygamberi ve Rasulü Hz. Muhammed (as)‘da her sınıf ve seviyede insan için yaşanan bir örnek vardır.


 

Hiç şüphe yok ki, yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi Allâh Rasulünün hanesiydi. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saadet kokardı. Aile hayatı içinde ne bir münakaşasına ne de herhangi bir hanımını azarlayıp kötü davranmasına rastlanılmadı. Onun evlilik hayatı kusursuzdur ve bugünün çiftlerine bir örnektir. Bugün insanlar, yalnız tek eşle yaşamalarına rağmen halen eşleriyle yığınla problem, sıkıntı, kavga ve anlaşmazlıklarla karşı karşıyadırlar. O (sav), farklı yaşlarda, farklı mizaçlarda, farklı aile görüşlerinde ve farklı anlayış seviyesinde bulunan zevceleriyle oldukça mesut ve huzurlu yaşadı. Âişe (r.a.) dışındaki bütün zevceleri dul idi, fakat hepsinin onunla karşılıklı çok iyi münasebetleri vardı ve ev halkının bütün üyeleri olarak saadet ve sükûnet dolu bir hayat yaşadılar.

Bir kimsenin aile hayatı, onun ahlakının, davranışlarının ve karakterinin gerçek aynasıdır. İnsanın ev dışında ve sosyal hayattaki bütün hareketlerini yapmacık göstermesi mümkündür. Hatta kişi, evdeki tutum ve davranışlarının aksine dışarıda kendisini, olduğundan farklı gösterebilir. Fakat gerçek kişiliğini, ailesinden saklamayı uzun müddet başaramaz. Aile, kişiliğin müspet veya menfi yönden oluştuğu bir kurumdur. Kişinin, karakteri hakkında en sağlıklı malumat, aile hayatının araştırılmasıyla elde edilir. Kişinin diğer insanlara anlattığı, şefkat, merhamet, cömertlik, ahde vefa gibi insanı yücelten değerleri, kendi hayatında nasıl tatbik ettiği anlaşılması için aile hayatı, önemli ve şaşmaz bir ölçüdür.

İşte Peygamberimizin hayatını, bu ölçüler içinde değerlendirdiğimiz de, yeryüzünde gelmiş geçmiş ve gelecek bütün hanelerin, en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar ve en feyizlisinin, onun hanesinin olduğunu müşahede ederiz. O’nun hanesi her zaman saadet ve huzur doluydu. Belki bu hane, maddi imkanlar açısından, dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü günler, aylar geçerdi de, onun hanesinde bir sıcak çorba bile kaynamazdı. Âişe dedi ki: “Bazen aylar geçerdi, yemek pişirmek için ateş yakmazdık. Az bir et alınana kadar sadece hurma ve su ile yetinirdik. (Buhari ve Müslim) Hanımlarına düşen yer ise sadece başlarını sokabilecekleri küçük birer oda veya daracık birer kulübeden ibaretti. Bu bahtiyar kadınlar, Allah Rasûlüyle haftada ancak bir-iki saat beraber olmayı, dünyanın her şeyine tercih ediyorlardı. Mutluydular, huzurluydular ve son derece mesuddular. Fakat Hz. Peygamber onların hepsini mümkün olduğu kadar adalet ve hakkaniyet ölçüsünde bütün ihtiyaçlarını tedarik etmiştir. Maddi istek ve ihtiyaçları için aralarında bir ayrım yapmamış ve hepsine aynı ikram ve muamelede bulunmuştur. Hz. Peygamberin bütün zevceleri her ne kadar Allah korkusu ve takva ile muttasıf mümtaz hanımlar idiyseler de, her şeyden önce insandılar ve insanın tabiatına aşılanmış beşeri zafiyetlerden azade olamayacaklarını ve olmadıklarını vurgulamıştır. Onların hepsi Peygamber’i üstün bir sevgi ile sevdiler ve O’ndan azami sevgi ve muhabbeti samimiyetle talep ettiler. Onlar farklı yaşların, mizaçların, tabiatların ve isteklerin kadınıydı. Birçokları Arabistan’ın asil ve zengin ailelerinden gelmiş olup, evlerinde lüks ve rahat bir hayat yaşamışlardı. Fakat Peygamber’in evinde değil lüks ve konfordan konuşmak, hayatın zaruretlerinden bahsetmek ancak mümkündü. Peygamber günlerini, zaman zaman aç ve oruçlu geçiriyor ve hanımları için ancak kanaat edebilecekleri kadar erzak tedarik edebiliyordu. Günde çeşit çeşit yemek için pek nadir umutları oluyordu. Onlardan bazıları bu evlilikleri öncesinde çok lezzetli ve pahalı yemeklerden tattılar ve çok iyi ve zarif elbiseler giydiler. Bütün bunları kullana geldiler. Onlara bu alışkanlıklarını bırakmak zor gelirdi. Bunun yanı sıra, iyi elbiselere, güzel yemeklere ve konforlu hayatın cazibesine tutulmak kadının tabiatındadır. Fakat Peygamber’in eşliğinde onlar, bu şeylerin hepsini unuttular ve hayatlarının her dakikasını aziz bir şekilde O’nunla değerlendirdiler, beğenisini kazanmak istediler. Peygamber’de, onların hepsine muhabbet duydu ve onları büyük bir şefkat ve nezaketle muamele etti. Hz. Peygamber’in sevgi ve dostluğuyla birlikte yoksulluk hayatı onlara dünyanın bütün zenginliğinden ve zevkinden daha sevgili idi, onlar Peygamber ile kalmayı tercih ettiler ve bir daha bu dünyanın büyük payından istemeyeceklerine dair söz verdiler. Peygamber, sevgisini onlara asla zenginlikle ve pahalı elbiselerle göstermedi. Onlar da Peygamberin giydiği aynı basit elbiseyi giydiler. Hz. Âişe’nin rivayetine göre Peygamber hanımlarının her birinin sadece birer elbiseleri vardı. (Buhari) Bu durumda onların şikâyet edebilecekleri pek çok sebep vardı, fakat bu pek nadir olurdu. Bununla beraber, Peygamber, Rabbine hep şükrederdi. Bu sıkıntılı durumlarda asla acı ve keder alameti göstermezdi. O, kendi tercihiyle bu tarz bir hayatı kabullendi ve sevdi. Lüks ve bolluk içinde bir hayattan uzak durdu, hanımlarına ve ashabına da bunu tavsiye etti. Peygamber (sav)’in kendisi için söylemiş olup Ebû Ümame tarafından nakledilen sözleri, “Rabbim benim için Mekke vadisini altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben: ‘Ey Rabbim! Yetecek kadar yiyeyim ve bazı günler aç kalayım. Aç olduğum zaman sana tevazu gösterebilir ve seni hatırlarım; ve yetecek kadar olduğu zaman da Sana hamd ve sena ederim’ dedim” şeklindedir. Hz. Ömer’in rivayetine göre: “Muhammed (sav)’in evine girdiğim zaman içindeki eşyanın durumuna baktım. Vücudunun bir kısmını örtmek için yayılmış bir bez örtüsü ve ceviz lifiyle doldurulmuş bir yastıkla beraber basit bir yatak vardı; odanın bir tarafında biraz buğday ve ayağının yanında bir köşede yayılı bir hayvan postu vardı. Yatağının yanında birkaç tane su tulumu asılıydı.” Hz. Ömer (ra) bu durumu görünce gözlerinin yaşla dolduğunu söyledi. Rasulullah (sav), bu gözyaşlarının sebebini sorduğunda O (ra) şöyle cevapladı: “Yâ Rasulallah! Niçin ağlamayayım! Yatağının lifleri yüzünde izler bırakmış. Eşyalarınla birlikte bu küçük bir odadır; burada ne olduğunu görebiliyorum. Rum’un Kayser’i veya Pers’in Kisra’sı lüks ve konfor içinde yaşıyorlar. Halbuki Sen Allâh’ın Rasulü, seçilmiş kişi olarak böyle yaşıyorsun” Peygamber (sav), şöyle dedi: “Ey Hattab’ın oğlu! İstemez misin ki, dünya hayatı onların olsun, ahiret bizim”. Peygamberin indinde en önde gelen şey Allah’ın rızası ve ahiret hayatı idi. Onun için hanımlarından O’nu en çok sevindireni, en çok öğreneni ve Allah’ın dininde en gayretli olanı idi. Dolayısıyla hanımlarının O’nu görüp, O’nunla olma fırsatları daha çok olduğundan dolayı, onların, problemleri ve dini emirlerini görerek uygulama konusunda bilgi sahibi olmaları için geniş vakitleri vardı. Ve Hz. Peygamber de, problemlerin çözümü noktasındaki görüşlerin aktarılması ve şeriatın ince noktalarının onlar tarafından dosdoğru bir şekilde anlaşılmasını istiyordu.

O’nun ailesinde şefkat, merhamet, ünsiyet, ülfet ve muhabbet hâkimdi. Hiçbir kimse, çocuklarını, hiçbir evlat da babasını onlar kadar sevmemiştir. Hiçbir hanım kocasına, Hz. Peygamberin hanımlarının Resulullaha duyduğu sevgi kadar, hiçbir kimse de hanımlarına, Hz. Peygamberin hanımlarına gösterdiği sevgi, nezaket ve rifkat kadar ahlaki bir tavır sergileyememiştir. O hanımlara karşı çok yumuşak ve müsamahalı davranırdı. Aslında, Allah Rasûlü, bütün kadınlara karşı kibar ve ince davranıyor ve böyle davranılmasını da herkese tavsiye ediyordu. Başkasına söylediklerini de, pratik olarak, bizzat kendi hanımlarında gösteriyordu. O’nun bu davranış inceliğini Buharî’de şöyle görüyoruz: Hâdiseyi bize Sa’d b. Ebî Vakkas, Hz. Ömer’den naklediyor: Bir gün Hz. Ömer, Hz. Peygamberin huzuruna girmek için izin istedi. Hz. Peygamberin yanında Kureyş kadınları vardı. Ona bir şeyler soruyorlardı. Rasulullah’ın yanında yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) Hz. Peygamberin yanına girmek için izin isteyince, perdenin arkasına gizlendiler. Hz. Peygamber ona izin verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Resülüllah’ın yanına girdi. Buradan ötesini Hz. Ömer şöyle anlatıyor: “Allah Resülü’nün yanına girdim. Baktım Allah Rasûlü durmadan tebessüm ediyor. “Ey Allah’ın Resulü! Allah seni ebediyen güldürsün” dedim. Yine tebessümle şu cevabı verdi: “Şu kadınların haline gülüyorum. Oturmuş benim yanımda konuşuyorlardı. Senin sesini duyunca her biri bir yere saklandı”. Allah Resulü’nün bu cevabı üzerine sesimi yükselttim ve “Ey nefislerinin düşmanları! Demek benden korkuyorsunuz; Allah Rasûlünden korkmuyor ve onun yanında saygısızlık yapıyorsunuz öyle mi?” dedim. Bana şu cevabı verdiler: ” Sen katı ve şiddetlisin.” (Buhari, Edeb, 68) Aslında Hz. Ömer de hiddetli ve şiddetli davranmıyordu. O da kadınlara karşı inceydi. Ancak en güzel insan, nasıl Hz. Yusuf’a kıyas edildiğinde çirkinleşir, öyle de Hz. Ömer’in incelik ve zerafeti de, Allah Rasûlünün incelik ve zerafetine kıyas edildiğinde, hiddet ve şiddet şeklinde görünüyordu. Bu izafî hüküm, Ömer’i, Allah Rasûlü’ne kıyas etmekten kaynaklanıyordu. Halbuki, hiç kimseyi O’na kıyas etmek mümkün değildi…

O, peygamberliğin ruhundaki mehabet ve vakara rağmen, hanımlarıyla latifeleşirdi. Onlarla kaynaşır, bütünleşir ve içli dışlı olurdu. Arada ince bir perde kalırdı ki, o da, Allah’la irtibatlı bulunmanın hasıl ettiği uhrevîlikti, zira O (sav), bir peygamberdi. Hanımları da her şeyden evvel O’nun ümmetiydiler. O’nun sadece hiddetlendiği husus, Allah’ın emir yasaklarına karşı gördüğü saygısızlıktı. O (sav) böyle bir durumda, Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesi ve haram kıldığı bir şeyden vazgeçilmesi için bütün gayretini sarf ederdi. Onlar da sağlam ve güzel bir davranışla O’nun sevgisini kazanmaya ve O’nu üzmemeye çalışırlardı. Hakikaten, O (sav), bir sevgi ve muhabbet timsali ev halkı idi ve herkes için bir modeldi. O’nun ehli beytinin her üyesi saadet ve huzur içinde yaşadı. Hadis ve Siyer kitaplarına geçen karşılıklı münasebetlerinde yumuşaklık, sevgi ve asaleti gösteren benzeri birçok hadise vardır. Hz. Âişe’nin anlattığına göre: Peygamber Tebük ya da Hayber gazvesinden döndü. Hz. Âişe’nin eşyalarını koyduğu rafların üzerinde örtü vardı. Rüzgar esti ve Hz. Âişe’nin oyuncaklarının üzerinde bulunan örtüyü bir kenarından açtı. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Ey Âişe bunlar nedir?” buyurdu. Hz. Âişe “Kızlarım” diye cevap verdi. Hz. Peygamber oyuncakların arasında iki kanatlı at gördü. “Oyuncakların arasında gördüğüm bu şey de nedir?” diye sordu. Hz. Âişe “at” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, “Üzerindekiler nedir?” diyince. Hz. Âişe “Kanatlarıdır” diye cevap verdi. Hz. Peygamber “Atın kanatları olur mu?” dediğinde Âişe, “Hz. Süleyman’ın atlarının kanatlarının olduğunu işitmedin mi? şeklinde cevap verdi. Hz. Âişe derki: “Hz. Peygamber bunu işitince güldü. Hatta onun azı dişlerini gördüm.” (Ebu Davud, Edep, 62)

Bir defasında Hz. Muhammed (sav), Âişe’ye kendisine ne zaman kızgın olduğunu bildiğini söyledi. Hz. Âişe “Nasıl?”diye sorunca, dedi ki: Benimle iyi olduğun zaman “Muhammed’in Rabbinden”diyerek yalvarıyorsun. Hz. Âişe tasdik etti. Bir bayram gününde, bazı erkekler mescidin avlusunda silah gösterisi yapıyorlar, mızraklarıyla oynuyorlardı. Hz. Âişe de bu gösteriyi izlemek istedi. Peygamber ona yardımcı oldu ve hanımı ile gösteri bitene kadar orada uzun zaman kaldı. Bir başka seferinde, Hz. Peygamber, Âişe’nin, kendisi ile yarış etmesini istedi. Koştukları zaman Âişe genç ve zayıf olduğundan öne geçti ve yarışı kazandı. Birkaç yıl sonra, Âişe büyüyüp ağırlaşınca, yine yarış ettiler ve Efendimiz, yarışı kazandı ve hesaplarının şimdi tamam olduğunu söyledi. Enes (ra) şöyle rivayet ediyor: Safiye, Hafsa’nın kendisini “Yahudi’nin kızı” diye çağırdığını duyunca ağlamaya başladı. O ağlarken Rasulullah çıkageldi ve ağlamasının sebebini sordu. O da Hafsa’nın kendisine nasıl hitap ettiğini söyledi. Hz. Muhammed (sav) şöyle cevapladı, “Bir daha sana böyle bir şey diyecek olurlarsa, sen de onlara şu cevabı ver: Benim babam, Hz. Harun, amcam Hz. Musa, kocam da gördüğünüz gibi, Hz. Muhammed Mustafa’dır. Siz bana karşı neyinizle övünüyorsunuz?” Ve Safiyye validemiz, Allah Rasûlünün huzurundan ayrılırken, bütün üzüntülerini geri bırakmış, öyle ayrılıyordu. Çünkü onun kocası Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’di. İhtimal, ondan sonra bu sözler, onun dudaklarına sık sık misafir olacaktı. Sonra da Hafsa’ ya Allah’tan korkmasını söyledi. (Tirmizi, Menâkıb, 64) Peygamberin hanımlarının zayıf ve hassas tabiatlarını nasıl nazarı dikkate aldığı aşağıdaki hadiseyle gösterilmektedir. Bir defasında hanımları O’nunla birlikte seyahate çıkmışlardı. Sürücüsü develeri (mü’minlerin anneleri üzerinde olduğu halde) hızlı sürmeye başladı. Peygamber şöyle dedi: “Dikkat et, bunlar cam bardak gibidirler.” (Buhari)

Hz. Peygamber birçok hadisinde ailenin önemine işaret etmiş ve onun bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. Bir baba olarak çocukları dünyaya gelince sevinmiş; vefatlarında ise üzülmüştür. Sözgelimi oğlu İbrahim’in doğum haberini kendisine getiren Ebû Râfi’e hediye vermiş; İbrahim’in annesi Mâriye’yi de azat etmiştir. (İbni Sâ’d) Bu çocuğunun bakımı ve yetiştirilmesiyle ilgilenmiş; sütannesine bir hurmalık tahsis etmiştir. Allah Rasûlü, onca önemli işlerinin arasında sık sık süt anne himayesindeki çocuğunun yanına gider, onu bağrına basar, öper, okşar, sever, kucağına alır sonra da döner evine gelirdi. Vefat ettiği zaman da yine onu kucağına alıp, bağrına basıp, gözleri dolu dolu hüznünü ifade etmişti. Bunun üzerine “Sen de mi ağlıyorsun yâ Resûlallah!” diyen Abdurrahman b. Avf’a bunun şefkatten kaynaklandığını söylemiş ve: “Gönül mahzun olur, gözler ağlar; fakat inşaallah Allah’ın dediğinden, Allah’ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz” demişti ve ardından da dilini işaret ederek: “Allah şununla muâhaze eder” buyurmuşlardı. (Buhari, Cenaiz, 14; Müslim, Fezail, 62)

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i sırtına alır şurada-burada dolaştırırdı. Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin sırtında iken hane-i saadetten içeriye Hz. Ömer girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce “Ne güzel bineğiniz var” dedi. Ve hemen Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Ya ne güzel süvariler onlar!” (Heysemi, Mecma’z-Zevaid, 9:181) Bir başka defasında da Hz. Hasan’a, “Ne güzel bineğin var” diyene karşı, “o da ne güzel binici!” cevabını yetiştirmişti. (Muttaki’l-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 13:650) Allah Rasûlü, her hususta olduğu gibi, çocuk terbiyesinde de daima orta yolu takip etmişti. Bütün evlatlarını, torunlarını canı kadar sever, hem de bu sevgisini onlara hissettirirdi. Ne var ki, bu sevgisinin kötüye kullanılmasına da asla fırsat vermezdi. Mesela bir defasında Hz. Hasan veya Hüseyin, henüz yaşları çok küçük olduğu için elini sadaka hurmasına uzatır. Allah Rasûlü hemen harekete geçer ve o hurmayı onun elinden alarak: “Bize sadaka hurması haramdır” der. (Müslim, Zekât, 161) Daha o yaştan itibaren, onları harama karşı duyarlı yetiştirme, terbiyede dengenin güzel örneklerinden biri olsa gerek. O’nun sevgi hâlesine dahil olanlar sadece erkek evlat ve torunları değildi. O nasıl Hz. Hasan ve Hüseyin’i seviyordu, aynı şekilde kız torunu Ümame’yi de (Hz. Zeyneb’in kızı) seviyordu. O kadar ki, bazen sokağa çıkarken Ümame’nin O’nun omuzlarında olduğu görülüyordu. Hatta, bazen kıldığı nafile namazlarda dahi Ümame’yi sırtında taşıdığı olurdu. Secde yapacağı zaman onu yere kor, secdeden kalkarken de yine omuzuna alırdı. Allah Rasûlü, Ümame’ye olan bu sevgisini öyle bir toplum ve cemiyet içinde izhar edip açığa vuruyordu ki, bu insanlar daha düne kadar kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. İşte böyle insanlar arasında, Allah Rasûlü’nün kız torununa gösterdiği bu ilgi ve alâka, oldukça değişik ve o güne kadar kimsenin görmediği orijinallikte bir hareket tarzıydı.

Allah Rasûlü ebediyete, yani insanların yaratılış itibariyle talip oldukları şeye talipti. Bu itibarladır ki, Allah Rasûlü (sav), çocuklarına bir taraftan avuç avuç ve kucak kucak huzur taşırken, diğer taraftan da onları ebedî huzura, ebedî saadete hazırlamayı hiç ihmâl etmiyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden birini şu vak’ada görmek mümkündür: Fâtıma Validemiz, boynunda bir gerdanlıkla Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir. Allah Rasûlü (sav), ona şöyle buyurur: “İster misin ki halk desin? -burada, halktan maksat, insanlar veya rûhâniler, melekler, yani semanın sâkinleri olması arasında fark yoktur- Peygamber’in kızı elinde cehennemden bir zincir, bir kolye taşıyor?” Evet bir taraftan onları aziz tutuyor, diğer taraftan da teveccühlerini bütünüyle Âhiret’e, Allah’a, ebedî ve uhrevî güzelliklere çeviriyordu. Bu söz, Hz. Fâtıma’ya yetmişti. Zira bu söz, onun gönlünde taht kuran ve onu bütün letaifiyle fetheden insandan geliyordu. Onun için Hz. Fâtıma diyor ki: “Hemen kolyeyi sattım.. bir köle aldım.. o köleyi de hemen hürriyetine kavuşturdum ve sonra da Allah Rasûlü’nün huzuruna geldim.. geldim ve yaptıklarımı kendisine bir bir nakledince mesrur oldu, sevindi. Sonra da ellerini açıp Allah’a şöyle hamd etti: “(Kızım) Fâtıma’yı Cehennem’den koruyan Allah’a hamdolsun.” (Nesâî, Zinet, 39)

Elbette ki, Hz. Fâtıma, boynuna taktığı bu kolye ile harama girmiş değildi. Ancak Allah Rasûlü, onu mukarrebîn (Allah’a en yakın olanlar) dairesinde tutmaya çalışıyordu. Efendimiz’in ikazı takva ve kurbiyet (Allâh’a yaklaşma) amaçlıydı. Bu bir cihetle dünyaya karşı alâkasızlık, ama daha çok da, bulundukları yer ve kıyamete kadar temsil edecekleri cemaat itibariyle, Ehl-i Beyt”in anasına düşen bir titizlik ve hassasiyet örneğiydi: Evet, Hasan’a, Hüseyin’e ve daha sonra gelecek Zeynelâbidin gibi âbidlerin ziya kaynağına ana olmak elbette kolay değildi. Allah Rasûlü, onu önce Ehl-i Beyt’e, sonra da Şah-ı Geylanîlere, Muhammed Bahauddinlere, Ahmed Rufaîlere, Ahmed Bedevîlere, Şâzelîlere ve daha nicelerine ana olmaya hazırlıyordu. Bu itibarla da Allah Rasûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün kazurattan (her türlü pislik) temizliyor, eteklerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir”. Hz. Muhammed’i seviyorsanız, yolunda olacaksınız, yolunda olanlar, ötede O’nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Rasûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı çok iyi değerlendiriyordu.

O’nun terbiye sisteminden bir diğer kesiti de Buharî ve Müslim haber veriyor… Hadiseyi bize Hz. Ali (r.a.) anlatıyor ve diyor ki: “Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu. Zaten, bir hücrecikte kalıyorduk. O hücrecikte, Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı. Fâtıma’ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi…”

Şimdi, hâdisenin gerisini Hz. Fâtıma Validemiz’den dinleyelim: “Babama gittim; fakat evde yoktu. Hz. Aişe: ‘Geldiğinde ben haber veririm’ dedi, ben de geri döndüm. Gece yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Rasûlü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istedikse de O, buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki, sadrıma temas eden ayağındaki serinliği göğsümde hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. Allah Rasûlü, birden uhrevîleşti ve şöyle dedi: ‘Ya Fâtıma, Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa da Allahüekber de. İşte bu, senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” (Buharî, Fezâilü’l-Ashab, 9; Müslim, Zikir, 80) Fâtıma, O’nun kızıydı. Hakk’ın terbiye adına kendisine lütfettiği ve ihsanda bulunduğu şeyleri o kızından esirgeyemezdi. O kız ki, Hz. Hasaneyn’den hâtemü’l-evliyaya kadar, birçok velinin anası olacaktı. Bu itibarla onun bu mübarek meyvelere çekirdek olabilecek mahiyette yetiştirilmesi lazımdı.

Peygamberimiz, ev halkına karşı taşıdığı ağır mesuliyetleri hissederek sık sık endişelenirdi. Daima onları, bu dünyadakilere kıyasla öteki dünyanın mükafat ve güzelliklerine teşvik ederdi. Gece teheccüt namazına kalktığında, hanımlarının da bu ulvi ve faziletli amele katılmalarını isterdi. Sevgi ve yumuşaklıkla bu tür ibadetlere teşvik ederdi. “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et…” (Tâhâ 132) Bu ayetin hükmü gereği peygamberimiz, altı ay müddetle Messid-i Nebevi’ye sabah namazına gitmeden önce, Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin evlerine uğrar ve kapılarının önünde durur: “Ey Ehl-i Beyt (Muhammed’in ev halkı) namaza kalkınız” buyururdu. (Tirmizi, Tefsir, 34)

Bir dost ve bir baba olarak yaratılışın en ince duygularıyla bezenmiş olan Hz. Peygamber, bir aile reisinin aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile açıkladığı gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de ortaya koymuştur. Erkeğin kadına iyi davranması gerektiğini çok açık ve kesin bir şekilde dile getirmiştir. Bu anlamda “En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince, ben aileme karşı en hayırlı olanınızım”; (İbn Mâce, I, 636) “En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır” (İbn Mâce, I, 636) buyurmuştur. Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlünün hizmetçisi olma gibi en yüksek payeye ulaşan ve on sene ara vermeden, fasılasız, kemal-i sadakatle bu hizmetini yürüten Enes b. Malik diyor ki: “Aile fertlerine karşı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha şefkatlisini görmedim.” (Müslim, Fezail, 63) İman, ahlak ve aile fertlerine yumuşak davranma arasında kurduğu bağıntıyı dile getiren şu sözü çok anlamlıdır: “Mü’minlerin imanca en mükemmel olanı, ahlakça en güzel olanı ve aile fertlerine yumuşak davrananıdır.” (İbn Hanbel, VI, 47)

İnsanın üzerinde hakkı olan kişilerin başında aile fertleri gelmektedir. Çünkü kişinin sevincini ve üzüntüsünü ilk önce paylaştığı kimseler aile fertleridir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu söylemiştir. Kadınlar hakkında Allah’tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını istemiştir. Kocasını şikayet için kendisine gelen kadınların sayısı artınca bu tür davranışta bulunanların iyi kimseler olmadığını söylemiştir. (İbn Mâce, I, 639; Ebû Dâvud, II, 608-609) Ebu Hureyre, Rasulullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu naklediyor: “Ey Mü’minler! Size kadınlar hakkında hayırlı olanı vasiyet ederim. Onlar eğe kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemiğin en eğri kısmı üst tarafıdır. Eğer sen onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Kendi haline bırakırsan daima eğri kalır, bu cihetle size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim.” (Buhari ve Müslim) Yine Rasulullah’ın şöyle buyurduğu bildirildi: “Mü’min bir kimse, mü’min bir kadından nefret etmemelidir; eğer onun vasıflarından sevmediği varsa bir başkasıyla hoşnut edilir.” (Müslim) Abdullah b. Zem’a, Rasulullah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Sizden biriniz karısını, köleyi ya da cariyeyi döver gibi dövmesin; sonra onunla cima’ eder” (Buhari, Müslim, Nesai) Peygamber (sav) hanımlarına nezaket ve muhabbetle muamele etti ve asla hanımlarından hiçbirine hissiyatını incitecek söz söylemedi. Onlara hep cömert davranmaya çalıştı. Bazen hanımları arasında kadınlık gayret ve kıskançlığının izharı olan ufak tefek hadiseler başgösterirdi; fakat hiç birini hareketlerinden dolayı mahkum etmezdi. Bir defasında Aişe, Peygamber’in yanında Safiyye için “cüce” dedi. Peygamber (sav) ona kızarak: “Ey Aişe! Öyle bir söz söyledin ki, o denizin bütün sularını kirletir.” Bunu üzerine Hz. Aişe hemen özür diledi. Peygamber (sav) evlilik hayatı boyunca hanımlarından gelen her türlü can sıkıcı davranışlara sabırla ve anlayışla mukabele etmiştir. Hanımlarıyla ayrı ayrı ve toplu olarak sohbetlerde bulunmuş, hanımlarıyla onları ilgilendiren meselelerde istişare etmiş, aile fertlerinin her birine ilgi göstermiş, kıymet vermiş, yalnızca aile efradına değil, onların yakınlarına da iltifat ve alaka göstermiş, hanımlarına karşı hayırlı olmuş, kıskançlıklarını anlayışla karşılamış, onlara ev işlerinde yardımcı olmuştur.

Hz. Peygamber çocuklarına olduğu gibi, yanında, kendi himayesinde büyüyenlere, mesela Ali b. Ebî Tâlib’e, Zeyd b. Hârise’ye ve azatlısı Ümmü Eymen’e de son derece şefkatli davranmıştır. Babasından kendisine intikal eden ve çocukluğunda kendisinin hizmetini gören Ümmü Eymen’e “Anneciğim” diye hitap ederdi ve onun için “Bu, benim ailemin bakiyyesidir” (İbn Sa’d, VIII, 223, 226) derdi. Zeyd b. Hârise de Hz. Peygamber’in ailesi içinde büyümüştür. Hz. Hatice, kendisine Hakîm b. Hizâm’ın köle olarak verdiği Zeyd’i Hz. Peygamber’e hediye etmiş; Hz. Peygamber de onu azat etmişti. Zeyd’in babası, oğlunu araya araya Mekke’de bulmuş; Hz. Peygamber onu, kendi yanında kalmak veya babası ile birlikte gitmek konusunda serbest bırakmıştı. Zeyd ise Hz. Peygamber’i babasına tercih etmiştir. Bu da Hz. Peygamber’in ona karşı hareketleri, davranış ve muamelesinin gerçek bir babanın davranışından farksız olduğunu göstermektedir.

Allah Resulü, hanımları ile oturur, sohbet eder, hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. O (sav) her zaman hanımları ile istişare etmiştir. Halbuki Peygamberin, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyeddi. Ancak O, ümmetine bir şeyler öğretmek istiyordu. Kadını, kendisine o ana kadar hiçbir toplumda verilmeyen muallâ mevkiine oturtacaktı. İlk vahyi aldığı zaman, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu hanımı ile istişâre etmiştir. Hz. Hatice de hem kendisini teselli etmiş ve hem de onu meseleye kesin çözüm bulacak ve doğru teşhis koyacak bir kişiye, Varaka b. Nevfel’e götürmüştür. Bu olay Hz. Hatice’nin dirayetini, soğukkanlılığını ve isabetli karar verme yeteneğini mükemmel bir şekilde ortaya koymaktadır. İlk vahiy nâzil olduğunda kendisine hanımının yardımcı olduğunu ileriki yıllarda unuttuğu düşünülemez. Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, kimsede yerinden kımıldayacak mecal kalmamıştı. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahâbe, “acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” düşüncesiyle, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat, sahabedeki ümitli bekleyiş değişmedi. Bu asla, Allah Rasûlü’ne karşı bir muhalefet değildi. Şu kadar var ki, onlar daha değişik bir emir bekliyorlardı. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı. İki Cihan Serveri, sahâbedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme validemizle istişare etti. Bu ufku geniş kadın, sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine kat’iyen muhtaç değildi. Allah Rasûlü, bu istişare ile bize, içtimaî bir ders veriyordu. Bu gibi durumlarda kadınlarla istişare edilmesinde de hiçbir mahzur yoktu.

Validemiz, Allah Rasûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Ya Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Sen çıkıp kurbanını kes, başını tıraş et. Onların hepsi sana uyacaktır. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir.” Allah Rasûlü de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak, kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahâbe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldular. (Buhari, Şürut, 15) En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi ve ordu kumandanı vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla bu derece istişareye yer vermektedir? Görülüyor ki, eğer kadınlık, insanlık tarihinde bir kere aradığını tam bulmuş ve bir kere tam manâsıyla onurlandırılmışsa, o da Hz. Muhammed aleyhisselâm döneminde olmuştur.

Allah Rasûlü’nün mübarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Efendimizin hususî durumları, hep o mahrem daire içinde öğreniliyor ve orada öğrenilenler de daha sonra ümmete naklediliyordu. Aile hayatına ait hükümlerin %90’ı bize, Allah Rasûlü’nün pak zevceleri tarafından aktarılmıştır. Dolayısıyla, O’nun hânesinde, seviye ve durum itibariyle muhtelif kadınların bulunması bir zaruretti. Allah Rasûlü, sırf dinin hükümleri zayi olmasın diye, 53 yaşından sonra belli sayıda, 2’si hariç hepsi dul kadınla evlenmeye göğüs germiş ve bir ma’nâda fedakârlık yapmıştır.

Evet, Allah Rasûlü’nün hanesinde çok kadına ihtiyaç vardı. Zira, erkekler, her zaman mescitte oturup Efendimizi dinleyebiliyorlardı. Fakat kadınlar, ekseriyet itibariyle böyle bir mazhariyetten mahrum kalıyorlardı. Bu durumda kadınlara, hususiyle de kadınlığa ait meseleleri kim anlatacaktı? Allah Rasûlü’nün hususi hayatını, tabiatıyla ilgili durumları, yatak odasında yaşadığı edep ve ahlâkı ümmete kim intikal ettirecekti? Acaba, dinin bütün prensiplerini, bütün esas ve disiplinleriyle anlatıp intikal ettirmeye bir kadının gücü yeter miydi? Onun için de, her zaman, Allah Rasûlü’nün durumunu kollayıp bize aktaracak, O’nunla sürekli içli dışlı olacak çok kadına ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç asla, Efendimiz’in beşeriyetiyle alâkalı değildi. Tamamen dinî ihtiyaçtan kaynaklanan bir zaruretti. Allah Rasûlü de böyle zaruretten dolayı böyle bir ağır yükün altına girmişti. Bu kadınlar, kendi kavim ve kabilelerinin Allah Rasûlü’ne, karabet bağıyla bağlanmalarına ve müslüman olmalarına vesile oldukları gibi, yüzlerce, binlerce hadisin korunmasına da en büyük vasıta yine onlar olmuştur. Hz. Aişe, o derece mükemmel yetişmiştir ki, Hz. Peygamber’den sonra onun evi, kadın-erkek, büyük-küçük birçok kimsenin huzuruna gelip kendisini dinlediği, soru sorup cevabını aldığı bir ilim ve irfan ocağı olmuştur. Hz. Peygamber zamanından itibaren kadınların eğitim ve öğretimiyle yakından meşgul olmuştur. Hz. Aişe, hem sahâbîlere ve hem de tâbiîne, sonraki müctehit imamlara ışık tutacak bilgiler nakletmiştir. Hz. Peygamber’in sünnetini nakletmek ve açıklamakla kalmamış; aynı zamanda onun doğru anlaşılması hususunda ilmî tenkit zihniyetini de ortaya koymuştur. Sahâbîler arasında çok sayıda fetva vermesiyle ünlü olan yedi sahâbîden biridir. Hz. Peygamber’den 2210 hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber’in diğer hanımları da 378 ila 5 arasında değişen sayılarda hadis rivayet etmişlerdir. Bu sebeple kadınlık âlemi, Allah Rasûlü’nün hanımlarına çok şey borçludur. Bütün kadınlar, başlarını, onların mübarek ayaklarının altına kaldırım taşı gibi sıralasalar, yine onların hakkını ödeyemezler.

Allâh’ın Rasülü, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allah Rasûlü, aynı zamanda, bunlar arasında adalet ve hakkaniyetle muamelede bulunuyor, her birine ancak haftada bir uğrayabiliyordu. Evinde uzun müddet yiyecek bulamayan, üzerlerine giydikleri elbiselerini de çok uzun müddet giymek zorunda kalan bu kadınlar, beşeriyetleri icabı, biraz hiddet göstermeli değil miydiler? Ama onların, içlerinde bazılarından gelen ve Kur’anla izale edilmiş küçük bir istisna dışında, Allah Rasûlü’ne karşı rıza ifade eden hareketlerinden başka bir şey bilmiyoruz. İnsânî duygular, siyâsî ve sosyal sebeplerle hayatını birleştirdiği eşleri, O’nun (sav) sâde hayatına ayak uydurmak zorunda idiler. Bu sebeple bazen hayatlarından şikâyetçi olur, bazen de birbirlerini kıskanırlardı; fakat Resûl-i Ekrem (sav) bir gün bile onlardan şikâyetçi olmamış ve kendilerine karşı sertlik göstermemiştir. Hz. Hatice’nin vefâtından sonra da onu hiçbir zaman unutmamıştı. En küçük bir hatıra ona olan sevgisini tazeler, sevgi ve rahmetle anmasına vesile olurdu. Çok defa koyun keser, etini budunu parçalar sonra da Hatice’nin sâdık kadın dostlarına gönderirdi. Hz. Hatice’nin vefatından sonra idi; bir gün kızkardeşi Hâle, Efendimiz’i (sav) ziyarete gelmiş, huzuruna girmek için izin istemişti. Sesi, Hz. Hatice’nin sesine benzediği için Peygamberimiz (sav) onun sesini duyar duymaz heyecanlanmış ve “bu gelen muhakkak Hâle’dir” demişti. Yanında bulunan Âişe bu durumdan üzülmüş, “ölmüş olan Kureyşli ihtiyar bir kadını böylesine hatırlamanın ne mânâsı var, Allah sana daha iyi zevceler verdi” demişti. Bunu üzerine Rasûlullah(sav): “Hayır, gerçek senin dediğin gibi değildir; herkes bana inanmadığı zaman bana inanan o idi, herkes Allah’a ortak koşarken, ilk o müslümanlığı kabul etmişti, benim hiçbir yardımcım yok iken o bana yardım ediyordu!” dedi ve Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi diye güzelliklerini ve hayırlarını saydı ve ondan çocuklarım var buyurdu. Hz. Âişe, kadınlık gayreti ile söylenen bu sözlerden sonra Rasulullah’ın kırıldığını anlayınca: ‘Yâ Rasulullah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice’nin menkîbelerini her zaman yâd et!’ diye gönlünü alamaya çalışmıştı. (İbn Hanbel, Taberâni) Hz. Âişe, Sevgili Eşine (sav) karşı beslediği aşırı muhabbet sebebiyle sık sık kıskançlık duygusuna kapılır, bazen bunu yenemeyerek sert çıkışlar yapardı. Böyle bir davranışının üzerine babası Ebû Bekir gelmiş, ona vurmak istemiş, fakat Peygamberimiz (sav) bunu önlemişti. Ebû Bekir kalkıp gitti, bir süre sonra tekrar uğradığında karı-kocanın barıştıklarını, sevgi içinde sohbet ettiklerini görmüş ve “demin kavganıza katıldık, şimdi de barışınıza katılalım” demişti. Efendimizin (sav) eşleri arasında arasıra meydana gelen sürtüşmeler kalıcı olmazdı. Muhterem Eşlerinin, eğitimi sayesinde temizlenmiş gönülleri, kötü duygulara kısa zamanda galip gelir, dostlukları avdet ederdi. Hz. Âişe’nin, münafıklar tarafından ortaya atılan bir iftira ile suçlandığı sırada -meşhûr deyişimizle kuması olan- Hz. Zeyneb’in onun lehinde şahitlik etmesi bu dostluğun bir başka delilidir.

Efendimiz, nikâhı altında çok kadın bulunmasına rağmen, çok defa kendi işini kendisi yapardı. Peygamber, sabah namazından sonra, eğer Hz. Âişe uyanıksa gelip onunla konuşurdu, yoksa yan tarafına yatar, bir süre istirahat ederdi. Gündüz vaktinde eve geldiğinde, diğer insanlar gibi normal işler yapardı. El-Esved, Âişe’ye Peygamber’in evde ne yaptığını sordu. Âişe şöyle cevapladı: “Kendini ailenin hizmetiyle meşgul eder ve vakti geldiğinde namaz için dışarı çıkardı.” (Buhari) Yine şöyle dedi: “Rasulullah ayakkabılarını tamir eder, giysilerini diker ve hepimizin kendi evinde davrandığı gibi davranırdı. O bir insandı, koyununu sağıyor ve günlük işlerini yapıyordu.” (Tirmizi) Gerektiğinde evinin duvarlarını da onarırdı ve bu hususta başkalarının yardım etmesini istemezdi. Hz. Âişe Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu bildirdi: “Dünya, ikametgâhı olmayanın ikametgâhıdır ve mülkü olmayanın mülküdür. Bu, aklı olmayan ve mal biriktiren içindir.” (İbni Hanbel) Yine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Allâh’ım! Bana fakir bir insan hayatı ver, beni fakir olarak öldür ve beni fakirlerle haşret.” Âişe niçin böyle dua ettiğini sordu. Peygamber şöyle dedi: “Çünkü onlar cennete zenginlerden kırk yıl önce girecekler. Ey Âişe! Fakir bir insanı geri çevirme, verebileceğinin hepsini ver, yarım hurma olsa bile.” (Tirmizi ve İbn Mace) O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya layıktı, ve öyle de oldu. Rasûlüllah, kendi işini yapmakla kalmaz; başkalarına yardım da ederdi. Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor.. derken Sahabe de onların arkasına düşüyor.. ve Allah Rasûlü gayet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor”. Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı.

Allâh’ın son Peygamberi ve Rasulü Hz. Muhammed (as)‘da her sınıf ve seviyede insan için yaşanan bir örnek vardır. Hanımları ve çocuklarıyla bir aile hayati süren eşler de O’nun yaşayışından kendilerine büyük ibret ve misaller bulabilirler. Onun hayatının her safhası ve karakterinin her yönü açıkça ortadadır. Onun hayatı, bütün insanlığın bilmesi, faydalanması ve takip etmesi için açık bir kitaptır. O bir Peygamber olduğu kadar, aynı zaman da bir beşerdi. Yüce yaratıcının rehberliği ve kontrolü altında kusursuz bir hayat yaşadı. O bir aile mensubu olduğu kadar, kocaydı, bir baba olduğu kadar evlattı ve o, hayatını idame ettirmek için bir işle de meşgul oldu. Bir koca olarak onun davranış seviyesi ve karakteri çok yüce ve şerefli idi. O (sav), insanların ona uyup örnek alacağı yegâne bir insan, bir peygamberdi.

KAYNAKLAR

YAZILI METİN : RAHLE .ORG

VİDEOLU ANLATIM:DİYANET TV

 

 

 

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
g_l_mse
Gülümse
Peygamberimizin aile hayatı
Yorum Yap

Giriş Yap

HAYAT KILAVUZUM.NET ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin